Yaşarken körleşiyoruz Peki daha mı mutluyuz
Ankara, Bitlis’in Ahlat ilçesine OTAĞ (Türk, Altay ve Moğol halk kültüründe Hakan Çadırı... Büyük ve görkemli çadır…) yapmayı düşünedursun, bizler, eldeki yoksulluğumuzun faturasını kime keseceğimizi düşünelim… ki Türk-İş'in son araştırmasına göre, Ağustos’ta 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı bin 812, yoksulluk sınırı ise 5 bin 904 lira olarak hesaplanmış… Asgari ücretin 1600 TL olduğu bir ülkede Eylül’ü düşünmek bile istemiyorum… Ekim’i de… Kasım’ı da… Aralık’ı da… Hatta bu yılı topyekun bitirsek mi ? Yeni bir yıla girsek… Yepyeni bir yıla… Yıpranmamış olanına hani…
Eldeki rakamların anlattığı BİZ ile Ankara’nın anlattığı BİZ arasında niye bu kadar fark var, söylemek isteyen var mı? Niye Ankara’dan Anadolu’ya bakanlar ‘mutlu’ ve ‘sorunsuz’ bir kitle görme ısrarında, çözebilen var mı ?
Bu aynı şey gibi…
Amerikan Başkanı Donald Trump’ın ‘GREAT’ kelimesi ile her şeyin muhteşem olduğunu ilan ettiği ülkesi gibi… Peki, öyle mi ? Değil… Birleşmiş Milletler, dünyanın en zengin ülkelerinden ABD’deki yoksul sayısını “utanç” olarak nitelerken hele ki ! “Yüksek ekonomik büyüme ve düşük işsizlik” ile övünülen bir ülkede, yoksulların oranı yüzde 12.4’e ulaşmış ! Karşılığı mı ? Büyük bir ülke nüfusu kadar ! Tam tamına 40 milyon kişi…
Anlaşılan yoksul kitleler sadece bize özel değil !
Bir diğer örnek, Fransa…
Fransa Cumhurbaşkanı Macron, ülkesinde yaşanan yoksul kalabalığın oranı yüzde 14’e yaklaşırken, “Yoksul olmak bir durum değil, hayatta kalmak için her an verilen bir mücadeledir” demiş, ki biz de ufak bir hatırlatma yapalım o mücadeleye dair… Fransa’da yoksulluk eşiği sayılan aylık 1026 Euro’nun (7.610 Türk Lirası) altında 8 milyon 800 bin kişi var... 3 milyonu çocuk... Nüfusun beşte biri yetersiz ve sağlıksız besleniyor…
Peki, biz mi ?
Daha mı iyiyiz…
Ankara’nın söylemlerine bakılacak olursa, sorun yok… Aslında Ankara’nın doldurduğu miting alanlarına bakılacak olursa herkes (!) hayatından fazlasıyla memnun… Belki de haklılar ! Niye mi ? Fransa’da yoksulluk eşiği sayılan aylık 1026 Euro’nun (7.610 Türk Lirası) çoooook altında kalan iki yakamızın bir araya gelemeyiş hikâyesine rağmen, siyasetin sloganlarına alkışlarla karşılık veriyoruz… Bize anlatılanların coşkusunda BÜYÜK ÜLKE naraları atıyor, ardından evlerimizin dört duvarı arasına geri dönüyoruz…
Ödenememiş faturaların arasına… Harçlık isteyen çocukların taleplerini SONRA diye geçiştirdiğimiz hallerimize… Tek tencerenin kaynayabildiği ocaklarımızdaki et yoksunluğuna… Mahalle pazarına gidip de fileyi dolduramayan çaresizliklerimize… Artan borçlarımıza… Yüklenmeye devam ettiğimiz kredi kartlarımızın teslimiyetine… Rafa kaldırdığımız yaşamlarımıza… Emekli olsa da geçim derdi bitmeyen coğrafyanın KADER denilen yazısına…
Ama yine de mutlu gibiyiz !
Hatta her şeye inanır haldeyiz !
Bu şeye benziyor…
Romain Gary’nin “Onca Yoksulluk Varken” Romanı’nda dile getirdiği bir şeye…
Orada der ki Gary…
“Bana hep garip gelen, gözyaşlarının doğmadan önce programlanmış olması... Ağlayacağımız önceden belirlenmiş… Dürüst insanlar gözlerini kırpmazlar… Her şeyi dert edinirler… Oysa dürüst olmayanlar rahat uyur… Ne kadar az şeyiniz varsa, o kadar çok inanmak istersiniz… İnsanların hüznü en çok gözlerinin içindedir…”
Sanırım buldum…
Eldekinin cevabını buldum…
“Ne kadar az şeyiniz varsa, o kadar çok inanmak istersiniz…” demiş ya Yazar Romain Gary… Biz de buyuz aslında ! Hayatlarımıza dair o kadar az şeye sahibiz ki… Hatta kısacık hayatlarımıza o kadar borçlanmış haldeyiz ki… Teslimiyetlerimiz de bu yüzden belki… Gerçeğimizden kaçıp sloganlara sığınma çabamız da…
Kendi gerçeğimizi bu kadar kolayca öteleyip halının altına süpürebildiğimize göre, gerçekten de AĞIR haldeyiz… Olanı YOK bilmeyi, olmayanı ise VAR gibi görmeyi bir hayat tarzı olarak belirlediğimize göre, KENDİMİZ deneni çoktan kaybetmiş haldeyiz…
Çözüm mü ?
Aynaya bakın…
Gözlerinizin derinliğine…
Ve size fısıldayana kulak verin…
Belki KENDİNİZİ duyarsınız yeniden…