ve bir şehir hikayesi daha sona ermiş Ve o şehrin adı Antakyaymış
Bu köşeyi okuyan sen…
Evet sen, senle konuşuyorum…
Ne düşünüyorsun ?
Seni bilmem ama, ben bazen düşünmek için okuyorum !
Peki, senin beni okuma sebebin nedir ?
Asıl olarak da…
Bunca kelime kalabalığından beklediğin nedir ?
Mucize mi ?
O zaman beyhude bir beklentidesin !
Niye mi ?
Tamam, buradaki kelimeler, herkesten biraz daha cesur olup da ayağa kalkanlar… Birçokları geride dururken, bir adım öne çıkıp, söz almak isteyenler… Susturulan bir coğrafyada, cümle olanlar…
Ama yetmiyor…
Sadece onlarla olmuyor…
Ki sen, onları omuzlamak için buradasın !
Bunu unuttun mu ?
Sadece okumak için değil !
Her bir kelimenin sırtladığı cümlenin sonundaki noktaya kendinden bir şeyler katmak için buradasın !
Bunu hatırladın mı ?
Sadece okuyup tüketmek için değil !
Size bir şey okuyacağım… Bugüne dair… Konuştuklarımıza dair… Ama önce sorayım ! Elie Wiesel’i bilir misiniz ? O, Nobel Barış Ödülü sahibi bir edebiyatçı… Romanya'da dört çocuklu bir Yahudi ailenin üçüncü çocuğu olarak doğmuş... 19 Nisan 1944'te Naziler tarafından ailesiyle beraber Auschwitz-Birkenau toplama kampına gönderilmiş... Hatta sol koluna, dövmeyle, A-7713 numarası işlenmiş… Annesi ve en küçük kardeşinin burada öldürüldüğü sanılıyor… 1944 yılının sonunda, babası ile beraber Buchenwald Toplama Kampı’na nakledilmiş... Babası, 28 Ocak 1945'te açlık ve hastalıktan ölmüş... O tarihe kadar babası ile beraber kalmayı başarmış... Kamplarda çalıştırılarak geçirdiği bir yılın ardından, 11 Nisan 1945'te Buchenwald Kampı’nın Amerikan ordusu tarafından ele geçirilmesiyle de özgürlüğüne kavuşmuş…
Hikâyeyi uzattığımı düşünmeyin…
Elie Wiesel fazlasını hak ediyor…
Peki, söylediği mi, hani bahsettiğim şey…
Şu ;
“Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir… Fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı…”
Kelimeleri omuzlamanızı istemem, bundan… Sadece okuyup tüketmek için değil, ama onlara hayat vermenizi istemem de… Mart 2019 seçimlerine dair bu kent adına güzel bir şeyler olmasını isterken, DÜŞÜNÜN noktasında ısrar etmem de…
Çünkü değişiyoruz, değiştiriliyoruz !
Buna dair benim de ufak bir hikayem var…
Bir zamanlar, kaldırım üstünde kurulan bir karpuz tezgahı varmış ! Ama öyle mahalle arası da değil, bir ana caddenin kavşağında ! Ardından tezgah zaman içinde büyümüş, büyümüş, büyümüş… O büyürken, hiç kimse görmemiş ! Etrafı önce suntalarla yükseltilmiş, ardından o suntalara bir çatı eklenmiş ve sonunda da kaldırımı işgal eden minik bir dükkan oluvermiş ! Bir de ekmek kulübemiz var… O da ana caddede ! İşçiliği kötü memleketin bu son kulübe hikayesi, kılavuz çizgilerinin üzerine betonla oturtulmuş ! Ama yetmemiş, ki sadece ekmek kulübesi de değilmiş ! Tabureler gelmiş, küçük masalar da ! Sonunda kaldırım da yetmemiş, sırtını yasladığı parka da birkaç tabure indirilmiş ! Anlayacağınız o da işe küçük başlamış, ama görmeyenlerin (!) memleketinde büyümüş, büyümüş, büyümüş…
Ve bir şehir hikâyesi daha sona ermiş…
Ve o şehrin adı Antakya’ymış !
Uyandık mı ?