Sahnelerin perdesi kapandı Bir büyük usta daha göçtü
1984 yılında, Güngör Dilmen'in kaleme aldığı “Ben Anadolu” oyunu için konuşuyor, Yıldız Kenter... Altı bin yıllık geçmişi bulunan Anadolu'daki kadını 16 ayrı karakterle sahnede canlandıran, Usta Oyuncu anlatıyor…
Tarih, 2007!
-
Vah şu zamanlara ki...
Mermilerin çeliği, bebelerin etinden daha kıymetli!
Şimdi bakın şu dünyaya, bakın şu silahlanan insanlara… Niçin silah? Niçin öldürmek? Değil mi… Aşk varken, anlayış varken, hoşgörü varken, niçin kavga? Niçin ‘BEN’? O da insan, sen de insansın. Hepimiz aynıyız. Sadece coğrafyalarımız ayrı. Acıkıyoruz, susuyoruz, kızıyoruz, seviniyoruz, doğuruyoruz, yaşıyoruz, ölüyoruz, kıskanıyoruz… Bütün insanlar böyle. Ama birisi şimalde yaşıyor, diğer birisi Afrika’da yaşıyor. Bu coğrafyanın verdiği kültür farklılıkları var, ama… İnsan, bütün değişik kültürlerde, aynı. Hiç farklı değil.
İnsanların açgözlülüğü, kendi kalıcılığı uğruna başkalarının yaşam hakkını yok etmesi, dini ayrımlar, parasal ayrımlar… Bunların hepsine, çok hoş dokunmalar var. O yüzden, oyun, çok güncel.
-
.
.
“Beni, oyun temposu değil, şartlar yordu…” diyen, Yıldız Kenter devam etsin…
.
.
-
Beni, oyun temposu değil, ama koşullar zorluyor. Onun dışında, ben, sahnenin iyileştirici gücüne inanıyorum. Sahnenin, mistik bir uyandırıcı etkisi olduğuna inanıyorum. Hasta olduğum zamanlarda, performanstan sonra iyileşmiş olarak eve gidiyorum.
Tiyatro, çok zor bile hale geldi. Devlet adamları, eskiden, Atatürk’ün izinde; tiyatroya, operaya, konserlere, baleye büyük önem verdiler. Gelirlerdi, en önden izlerlerdi, sonrasında oyuncularla konuşurlardı, onları cesaretlendirirlerdi ve bu da seyirciyi özendirirdi. Ama politika o kadar yozlaştı ve bütün politikacıları da o kadar içine çekti ki, neredeyse insanlıklarını unuttular. Oysa sanattır, insanı insan yapan. Sanattır, insanı insana tanıtan. Hoş gördüren, sevdiren, anlatan…
Bir tanesine sorun, bir tek oyuna gitmemişlerdir. Gelmezler! Özendirici de olmazlar. Maalesef, tiyatroları kale bile almıyorlar. Ben, Türkiye’yi, ki eğer Avrupa Birliği’ne gireceksek… Ben, gireceğimizi de sanmıyorum ama… Önce sanat ve sanatçı yoluyla oraları kurcalamaları gerekir. Sanattır, Türkiye’yi dış ülkede bir yere oturtacak. Ama maalesef, onların buna aldırdıkları bile yok.
-
.
.
Ve bir anısı, taa ilkokuldan, tek ayaküstünde kalışından ve hayata eklediği direnişinden…
.
.
-
İlkokuldaydım, birinci sınıfta. Hiç unutmadığım bir cezaya çarptırıldım. Karatahtanın önünde, sırtım sınıfa, yüzüm karatahtaya dönük, ders bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak… Utanıyorum, midem bulanıyor. Ölmek istiyorum. Herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum. Sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı hissediyorum: kabak çekirdeklerim! Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim. Mahmut’la (Benden bir buçuk yaş büyük ağabeyim; üçüncü sınıfa gidiyor) eve giderken yiyecektik. Evimiz taa tepede, Abidin Paşa Köşkü’nün orada.
Bahardı… Bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş. Ev yok pek. Apartman hele hiç yok. Göz alabildiğine tarla. Papatyalar, gelincikler. Haydi be sen de!.. Ne diye ölecekmişim… Mati’ciğimle güzelim dağ yolunda çekirdek yiyerek, konuşa gülüşe eve gitmek varken!
Şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde ayakta kalabildiğimi görüyorum…
Bize düşen, yaşamak...
Koşullar ne olursa olsun yaşamak…
Ayakta kalmak…
-
.
.
Evet…
Bugün, ona dair oldu bu sayfa, ama minik minik notlarla…
Üniversite yıllarımda, ayakta kalması için direndiği tiyatrosunun muhteşem sahnesinde onu izleme şansı bulmuş biri olarak, mutluyum aslında… Bugünün sanatçı (!) kimliğinin tartışmalı profiline tıka basa doldurulmuş kalabalıkların cılız sesine inat, o, tek başına koca bir Anadolu’yu sırtladı, kariyeri boyunca… Ve ben, bu koca ismi, kendi sahnesinde, en ön sıradan izleme şansı buldum… Mutluyum…
Tanrı, ışığında kutsasın…
Ve dilerim, örnekleri çoğalsın…