Niye kimse konuşmuyor Neyin yeminindesiniz
“Sahip olmadıklarına ulaşmak için çabalarken, sahip olduklarını unuttuğun için mutsuzsun…” demiş
William Shakespeare… Peki, o kadar çok mu ? Unuttuklarımızı kastediyorum ! Sahip olup da unuttuklarımız… O kadar çok mu ? Galiba… O zaman, çokça konuştuğumuz gibi yapalım ve eski Roma topraklarının coğrafyasında unuttuklarımızdan, unuttukça birikenlerden bahsedelim !
Şairin dediği gibi…
Ne kadar YALANSIZ yaşarsak o kadar iyi !
Ama o kadar ÇOK yalanımız var ki…
Konuşmayıp da sakladıklarımız…
Varken YOK ettiklerimiz…
Günahını paylaştığımız…
Kirli yalanlarımız…
Haklısınız !
Bunun tam aksini yaşıyoruz… Doğrular yerine yalanları tercih ediyoruz… O yüzden de gördüklerimize PERDE indirip, duyduklarımıza SET çekiyoruz… Bildiklerimizin sessizliğinde kendimize bile bir şey fısıldamaktan KORKUYORUZ… Kısa cümleler kurup, uzun cümleleri YASAKLIYORUZ… Bize emanet edilen kelimelerle günü bitirip, yaşam adına ceket ilikliyoruz !
Haldun Taner boşuna dememiş ama, ‘Dünyada hiçbir şey, karşısındakini kandırdığını SANAN bir budalanın sevinci kadar komik değildir’ diye…
Haklı !
Bizi kandırdıklarını sansınlar ! Onlar SANSIN, biz devam edelim… Eldeki ile devam edelim… Son örneğimizle ! Hani dünün gazete sayfaları arasına eklediğimizle ! Roma döneminin fısıltıları arasında sıkışan, dün ve bugün arasında var olma mücadelesi veren taş bir kemer (köprü) ile… Hani, Antakya ve Defne ilçeleri arasında, Sümerler Mahallesi’ne adım mesafesinde, dağın iki eteği arasında yol olanla…
Ama önce ufak bir eleştiri !
Biliyor musunuz, bu kent değil ama, bu kenti yönetenler (!) çok yoruyor beni ! Yönetme şekilleriyle ! Birbirleriyle olan, hiç bitmeyen kavgalarıyla ! Topluma örnek olmaları gerekirken paylaşamadıklarıyla ! İş bilmez halleriyle ! Gerçeği ellerinin tersiyle bir kenara itip SLOGANLA idare edişleriyle ! Şakşakçı seven eski tip yönetici alışkanlıklarıyla ! En pahalı malzemeyle en kötü işçiliği sergileyen acemilikleriyle ! Ama bunu da asla kabul etmeyen muhteşem egolarıyla !
Peki, ‘o zaman niye yazıyorsun’ diyeceksiniz belki…
Yazıyorum, çünkü içimde susturamadığım bir ses var…
Bir yazar demiş ya hani, ondan…
Kendi kelimelerimin ısrarı, ondan…
O zaman devam edelim !
Evet…
Burası, Antakya’nın, yorgun ve yaşlı bedenini yasladığı dağın eteklerinde bir bölge… Buraya birkaç gün önce geldiğimizde, ki ilk keşfedişimdi… Nasıl oldu da daha önce fark edemediğimi sorguladım ! Şehir trafiğinin aktığı ana caddeye bu kadar yakınken böylesine ‘dün’ kokabilmesi öylesine özeldi ki…
Sahi yaşı kaç olabilirdi ki ?
200 mü ?
300 mü ?
Belki de 500…
Daha mı az yoksa daha mı fazla ? Peki cevap kimde ? Onu bu kadar yalnız bırakanlarda mı ? Yoksa hemen yanı başına moloz döken ‘resmi’ plakalı araçlarda mı ? Belki de taş bedeninin üzerinden demir bir boru geçirecek kadar ona yaklaşan ve ardından terk edenlerde…
Sahi, eldeki unutulanların Antakya’sında CEVAP denen şey KİMDE ?
Bu kadar HATA’nın, bu kadar YANLIŞ’ın, bu kadar UMURSAMAZLIĞIN orta yerinde durup da sorarken, sahi, niye kimse KONUŞMUYOR ? Neyin YEMİNİNDESİNİZ ? Bu kadar mı kaçtı ipin ucu ? Bu kadar mı BİTTİK ? Bu kadar mı SAHİPSİZ bırakıldık ?
Bu kenti yönetenler !!!
Bu kelimeler SİZLERE !!!
Hani haberiniz olsun, belki uyanırsınız !!!
Belki !!!