Kim kimi sopalayacak
Yazar Ursula K.Le Guin, Mülksüzler adlı kitabında şöyle der…
-
Bir duvar vardı... Önemli görünmüyordu... Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı… Erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi... Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü... Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın HANGİ yanından baktığınıza bağlıydı…
-
Siyaset gibi…
Açı değiştikçe rengi de değişen hani !
Onu vazgeçilmez kılan da bu çekiciliği mi ?
Haklısınız…
Siyaset, Türkiye’de mevcut onca TV kanalında yayınlanan onca yarışma programından da, sayısız sitcom yapımdan da, magazinden de öte bir şey, ki izlenme oranının her daim yukarıda oluşu da buna dair olmalı ! Ama onu gündeme taşıyan bazı eski (yeni) isimler var son günlerde…
Aslında, hem ESKİ hem YENİ !
Ali Babacan ile başlayan ve devam eden isimler…
Onunla beraber hareket edeceği söylenen çok fazla isim var aslında, ama… Bir çoğu beklemede gibi… NE olacağını görmek ister gibi… Çok kendini BELLİ etmek istemiyor gibi… Ya da İŞARET bekler gibi…
Bugün, Ali Babacan’a dair bir anısını paylaşan bir Gazeteci alsın bundan sonrasını ve o anlatsın, siyasetin ESKİ yüzünün YENİ açılımını, çok da bilinmeyen yönlerini, siyaset duvarının arka kısmında kalan insan bedenini…
İşte o kelimeler…
-
12 yıl önceydi. Milliyet’teydim. Dönemin Başmüzakerecisi Ali Babacan ile birkaç saat geçirip izlenimlerimi yazmıştım.
Henüz 37 yaşında Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı koltuğundaydı. Ankara Koleji’ndeki yıllığında onun için “Güzel alışveriş yapar. 5 vakit namaz kılar” yazılıydı. Türkiye’nin ilk başörtüsü eylemini yapan Hatice Babacan’ın yeğeniydi. ODTÜ Endüstri’yi bitirmişti. Ama galiba asıl mezuniyeti, Ankara Çıkrıkçılar Yokuşu’ndandı. Ankaralıların iyi bildiği bu yokuş, Kale’de kurulu en eski ticaret merkezlerinden biriydi. Babacan, hayatı da ticareti de oradaki aile şirketinde öğrenmişti. Depodan dükkâna mal taşımış, fatura kesmiş, tezgâhtarlık yapmıştı. 2000’lerin başında da Abdullah Gül’ün davetiyle siyasete atılmış, AKP’nin kurucuları arasına katılmış, kurduğu parti iktidara gelince de en genç bakan olarak kabineye girmişti.
Söyleşiden sonra, “Birlikte Çıkrıkçılar’a gidelim mi” dedim. Kabul etti. Kalktık, önce tarihi Uludağ Kebap’ta iskender yedik; sonra Kale’nin yokuşuna çıktık.
Çıkrıkçılar’ın bu sürprizden haberi yoktu.
Makam arabasından indiğinde, “Bakan Babacan” gitti, “Bizim Ali” geldi. Her dükkânın kapısından çıkan, “Hoş geldin Ali”, “Naber Ali” diye selamlıyordu Bakan’ı… “Biraz kilo almışsın”, “Buyur bi çayımızı iç” diyenler de vardı. Onları “Babacan” bir edayla, “Selamınaleyküm” diye selamlamış, bir kısmında soluklanıp çay içmiş, ”KDV’yi yüzde 5’e düşür” gibi akıl verenleri sabırla dinlemişti. Yokuş’un sonunda aksakallı bir dede gülümseyerek bastonunu sallamış, “Bana bak, düzgün çalışmazsan yersin sopayı” demişti.
Babacan bana bakıp gülümsemiş ve yazının manşetini vermişti:
“Siyaset böyle işte… Sopa hep başımızda…”
O Ali Babacan, uzun bir molanın ardından siyasete dönüyor şimdi; kendisini siyasete sokan Abdullah Gül’le birlikte; bir dönem Başbakan yardımcılığını yaptığı Erdoğan’a karşı…
Kamuoyu yoklamaları, AKP tabanından ciddi oy alabileceğini gösteriyor. Erdoğan şimdiden kendisini davaya ihanetle ve ümmeti bölmekle suçladı. Bu sözü duyunca Babacan’ın kulağında aksakallı dedenin sesi çınlamıştır muhtemelen:
“Siyaset böyle… Sopa hep başımızda…”
Bakalım sonunda kim kimi sopalayacak?
-
Umudumuz mu ?
SOPASIZ, hatta KÜFÜRSÜZ bir siyaset…
Üreten ve umut olmayı becerebilen bir siyaset…
Olur mu ?