İşitmek kulağın işi Duymak ise kalbin
"Hayatım üzerine kiminle konuşabilirim?" dedi filmdeki karakter… Aradığı neydi, bilmiyordu… Umut muydu ? Kaçış mı ? Yoksa tarifini henüz bilmediği başka bir hayatın arayışı mı ? İçine düştüğü kararsızlığından kaçmaya çalışırken, ona bakan gözlerde o kaçışını sonlandıracak bir cevap aradı ! Her bir yüzde birkaç saniye durdu, o bir tek cevap için bekledi… Ama her bekleyiş bir ömür gibi geldi… Çünkü yoktu ! Cevap yoktu ! Hiçbir yüz ona istediği cevabı vermemişti… Belki de verememişti…
Artık kendisi ile baş başaydı !
‘Var mıydı daha kötüsü’ diye düşündü !
Sahi, dediği kadar kötü mü ?
O baş başa kalma anı o kadar kötü mü ?
Olmamalı, ki belki korktuğundan, hani kendisinden !
Bir Yazar şöyle der…
‘Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin…’
Belki de beceremediğimiz şey tam olarak da bu, kim bilir !
Ama dedik ya, korkuyoruz, en çok da kendimizden ! Şu ana kadar bastırdığımız onca şeyin ortalığa saçılmasından ! Yaşam bavullarımızı kendi kendimizle doldurduğumuzu fark edeceğimizden… Doldurup, kilit altına aldıklarımızdan… Kendi kendimizden bile sakladığımız KENDİMİZİ fark edip, şu an ki kendimizden, hani aslında bize ait olmayandan nefret etme ihtimalinden…
Peki, niye böyleyiz ?
Dostoyevski, ‘Yeraltından Notlar’ adlı kitabında, “Bana en çok dokunan, suçlu olsam da olmasam da her zaman bir çeşit tabiat kanuna uyar gibi, herkesten önce kendimi suçlu görmemdi” der… Konu bu mu ? Her birimize özenle öğretilen çaresizliğimiz mi ? Kulağın işittiğini kalbe duyuramamak da bundan mı ? Peki, ya içimizde çıktığımız yolculukların hep bir kazayla sonlanması ! O da mı bundan ?
Haklısınız…
Ciddi ciddi yorgunuz…
Hayata dair, insanlara dair…
Aynı dili konuşurken ki anlaşılmazlıklarımıza dair…
Turgut Uyar modumuz belki o yüzden…
Hani demiş ya ;
“Issız tepelerde güneşe bakıp saati tahmin etsem. Haberim olmasa hiç perşembeden, pazartesiden…”
‘Tam benlik’ dediğinizi duyar gibiyim… Yok, korkutmasın ! Her bir günü bir diğerini yapıştırır haldeki yaşam koşuşturmacalarımızın anlamsızlığını arkamızda bırakıp her şeyi ve herkesi bir anda terk etme ihtiyacı korkutmasın ! Bırakın, kulağın işittiğini kalp de dinlesin…
Niye mi ?
Aynıyız !
Çünkü yaşamı fısıldıyoruz… Oysaki fısıldadığımız o yaşam bize bağıra çağıra sesleniyor… Aynısını senden de bekliyor… Ama sen ! Sen ne yapıyorsun ? Şairin dediğini replik olarak kullanıyor ve “Anlaşılmadan okunmuş bir kitap gibiyim… Kelimelerim ölü bir beden gibi…” deyip, bir kenara çekiliyorsun… Vazgeçiyorsun ! Kolayca ! Öylesine ! Hiçbir şey söylemeden ! Savaşmadan ! Yara almadan !
O yüzden de, aynıyız ! "Hayatım üzerine kiminle konuşabilirim?" diyen o film karakteri ile aynı çaresizliği yaşıyoruz… Bulabildiğimiz her yüzde cevap arıyoruz ve son yüze kadar devam ediyoruz… O yüzler arasında bir anlığına da olsa kendimizle de göz göze geliyoruz ama, es geçiyoruz ! Aslında cevapları da es geçiyoruz… Kendimizde durup dinlemediğimiz her kelime için, bize ait cümleleri kaybediyoruz…
Siz siz olun, kendinizle baş başa kalmanın keyfini hiçbir şeye değişmeyin… O baş başa kalma anlarında kendinizi susturmayın… Konuşun ! Hatta bavullara tıka basa doldurduğunuz tüm kendinizi ortalığa saçın ! BURADAYIM deyin ve vazgeçmeyin…
Niye mi ?
Abraham Lincol bitirsin bugünü…
“Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu, onu yaratmaktır.”