İki yüzlü yaşamlarımız var
yaz indi mi,
dengimiz çuvalımız hazırdır…
birkaç üst baş…
kapkacak…
un, erişte, bulgur…
doluşur çıkarız hısım akraba,
kamyonlara,
minibüslere,
göçebe trenlerine,
üstümüzden bulutlar akar gider…
içimizden hasret yakar gider…
kimimiz kuzeye…
kimimiz güneye…
ekmeğimiz toprak,
evimiz çadır…
Onları tanımak, anlamak için bu kadarına gerek yok aslında !
Çamur içinde kurulu naylon çadırlarına uzaktan da bakmak yeterli… İçtikleri pis suları, sinek saldırıları altında yedikleri yemekleri, derme çatma banyoları ve tuvaletleri görmek, hangi hastalıklarla birlikte yaşadıklarını anlamaya yeter… Okullarından koparılmış, kimyasallardan geçilmeyen tarlalarda oyun diye koşturan çocukların geleceğin işçileri olacaklarını bilmek çok zor değil... Gündüz tarlada. sonrasında da yemek bulaşık ardında, çocukların peşinde, kocaların zulmünde hayatları tükenen kadınları anlamak için başka hiçbir kayda gerek yok…
İş güvenliği ve işçi sağlığı nedir bilmediklerini, belki de maliyetler artmasın diye öğretilmediğini görünce anlarsınız… Balık istifi traktör kasalarında taşınırken, havayı bir sis gibi kaplamış tarım ilaçları içinde çapa yaparken, kimyasal gübrenin tarlaya aktığı sularda ellerini yıkayıp, kana kana su yerine gübre içerken görünce mutlaka anlarsınız…
Hastaneye neden gidemediklerini, daha çok komisyon almak ve patrona yaranmak için onları amansız çalıştırma gayreti içinde olan dayı başının bağırışlarını duyunca anlarsınız... Borçludurlar, bu nedenle çaresizdirler, bilirsiniz… Kürttürler çoğu zaman, yenice Suriyeli, ötekilerdir yani… Sanki bu hayat onların layığıdır, ki horlanmışlıklarından anlarsınız… Anlarız da, yediğimiz her lokmada ödenmemiş alın terleri ve yollara savrulmuş ölüleriyle onlar bize değerken, neden biz onlara dokunamayız.
-
Sanırım onları en iyi, toprağa en az onlar kadar yakın biri anlatabilirdi… O yüzden de Ziraat Mühendisi Mehmet Akif Aksezgin’in kelimelerine sağlık diyelim mi ?
Bilmiyorum ama, onlar belki de Yazar İhsan Fazlıoğlu’nun dediği gibi…
-
İnsan vardır; hüznünü merhem diye yarasına sürer, özlemiyle sargılar, ümidinin derinliğine kıvrılıp anılarıyla uyur, yenilenir, yola koyulur…
-
Ne garip yaşamlarımız var, değil mi ?
Ara ara arabalarla o tarlaların yanı başından geçerken gördüğümüz o kalabalıkların salt ‘KALABALIK’ olarak kalması, ama geride kalan o fotoğrafta nice hikâyeler biriktiğine aldırmadan uzaklaşmamız…
Ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama, iki yüzlü yaşamlarımız var !
Niye mi ?
Bazen yaşlı bir kadın görüyorum Antakya kent merkezinde, sürdüğü kırık dökük bir bebek arabası içine birkaç parça eşya dolduran, belli ki geçinmek için çöp karıştıran, ama yanı başında da iki küçük kız çocuğu olan bir kadın… Evsizler mi, bilmiyorum… Hayatları ne kadar zor, onu da… Ama öylesine yorgun ki üçü de ve öylesine bıkmış adımlarla geçiyorlar ki diğer yaşamaların yanı başından… Ama görünmüyorlar ! İşitilmiyorlar ! Bilinmiyorlar ! Oysaki adımları sessiz de olsa, kalpleri ürkek, bedenleri ise aç…
Diğer taraftan, sıkça halk otobüsü kullanan biri olarak başka bir şey daha görüyorum… Dar alanda utancımız da vicdanımız da ağır mı basıyor bilmiyorum ama… Yaşlılara yer vermek için birbirimizle yarışıyoruz, hatta yerinden kalkmayan olursa müdahil oluyoruz… Engellilere ise özel bir önem veriyoruz… Herkes o kadar iyi ki, o daracık otobüsün sıkışıklığında, dışarıdaki dünyanın yalıtılmışlığında, elde avuçta kalan insanlığın kendisiyle yolculuk ediyorsunuz adeta…
Her şey o otobüsün kapıları açılıncaya kadar sanırım… Kapılar açılır açılmaz her şey değişiyor ve bizler, diğer hayatların yanı başından hızlı adımlarla geçmeye ve her şeyi, herkesi gerimizde bırakmaya devam ediyoruz…