Hikayesi bitenlerin Hikayesiz şehri
“Hiçbir şey kalmayana dek çoğaldık, tıkındık ve savaştık, sonra da öldük. Ne hırsımızı ne de şiddetimizi denetledik; uyum göstermedik, kendimizi yok ettik. Ama önce dünyayı yok ettik.”
Ursula K. Le Guin’in ‘Mülksüzler’ adlı romanından…
Bana dinlediğim bir şarkıyı anlatıyor aslında…
Teoman’dan, ‘Uçurtmalar’ adlı hani…
Orada der ya ;
İpleri dolaşmış uçurtmalar misali,
Ne beraber uçabildik, boş verip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza…
Rüzgârda savruk, başına buyruk…
Böylesine savruk yaşarken, durmak gerek aslında ! Durmak… Ama nasıl ! Kim bilir, belki birbirimize çarparak durabiliriz ancak… Duracağımız yer tam olarak o çarpma noktasıdır… Şiddeti ya da sonucu ne olur bilinmez ama, başka türlü bir geri dönüş de yok gibi… Zaten gidecek başka bir gezegen de !
Aslında bu kısım ayrı bir gariplik…
Düşünsenize !
‘Başka gezegenlerde hayat var mı’ diye merak edip dururuz, bu gezegende bir arada yaşamayı becerebilmişiz gibi !
Mesela buna dair filmler…
Hep şöyle ilerlemez mi hikaye ?
Uzaylılar gelir, ki kendi kaynaklarını tüketmiş ve yeni bir dünyaya ihtiyaç duymuşlardır… O yüzden, eldeki kalan tek gezegen, dünya için mücadele başlar, hatta savaşlar… Ama gerçeğin kendisinde işler tam tersidir ! Yeni gezegenlerin arayışında olan taraf, insanoğludur ! Eldekinin yok oluş hikayesindeki rolünü anlamamışçasına, fazlasını ister ! Çünkü dünyadaki hikayeyi tüketmiştir ! Bu hikaye içindeki rolünü de !
Bizlerin içinde yaşadığı bu ufacık kenti bitirmesi gibi…
Hatta bitirirken geldiğimiz ruh hali gibi…
Hani Yazar’ın deyişi gibi…
Bugün biraz düşünceli, biraz endişeli, fazlasıyla suskun ve yeniden bitkiniz... Yarınlara dair umut birikintilerini ezerek yürüyoruz istemeden... Yorgunuz ve yaşamı özlemişiz. Bir ses arıyoruz, hiç soluk alamamış sokaklarda… Üzgünüz, çokça da yılgın... Dilimiz mühürlenmiş, gerçeklere susmuşuz… Bugün yine bir adım gerideyiz...
Hazır mıyız ?
Sıradaki hikayeden içeriye girelim mi ?
Ben anlatayım, siz dinleyin !
Hemen her gün otobüsle yolculuk eden biriyim… Antakya’nın bir ucundan diğer ucuna doğru… Kalabalık yolculukların penceresinden dışarıya bakarken çok şey düşünüyor insan… Bazen o anı, bazen o andan kopup uzaklaştığınız başka başka anları… Ama eldekinden yine de kopamıyorsunuz… Pencerenin dışında akan, aktıkça da sizle göz göze gelenden kopamıyorsunuz...
Şiir olmuş, roman olmuş, kitaplara konu olmuş bir kentin binlerce yıllık hikayesini ara ara yazan biri olarak, eldekinden YORULDUM desem ! En çok da pencereden dışarıya baktığımda gördüğüm şehirden ! Beton kalabalığın tek tük etrafa serpiştirilmiş ağaçlarından oluşan köyden bozma şehirli (!) hayatlarımızdan ! ‘Son kullanım tarihi geçmiş’ gerçekleri (!) bizlere alacalı bulacalı sloganlar içinde yutturmaya çalışanlardan !
Sizi bilmem ama, hikayesi keyifsiz bir kentiz ! Sık sık isyan ettiren, bu kadarı da olmaz dedirten de ! O zaman finali Nazım Hikmet ile yapalım mı ? O fısıldasın önce ve desin ki…
Bulut mu olsam,
Gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
Yosun mu yoksa?
Ne o, ne o, ne o…
Deniz olunmalı, oğlum…
Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla…
Demem o ki, hayatın kırıntıları ile idare etmeyin, ama hayat olun, hayatın kendisi olun, keyifsiz kentin hikâyesini değiştirmek için BEN DE VARIM deyin… Deyin ki, sessizliğimize olan tutsaklığımızın aldığı o kör edici hal azalsın… Aksi halde sonumuz KÖTÜ ! Başka bir gezegen arayan bu dünya kadar kötü !