Düşündüklerimiz miyiz Yoksa yaşadıklarımız mı
“Çocukken, dünya kocaman bir oyun bahçesiydi ve senindi… Geleceği bilmiyordun, ama onu gönlünce şekillendirebileceğine dair inancın vardı… Her şey, ama her şey bir ihtimaldi… Dünyayı güzel kılan da işte o ihtimallerdi…” diyen haksız mı ? Şimdi mi ? Olmasını istediğimiz şeylerle olan şeylerin arasındaki farkı NASİP sözcüğüyle kapatıyoruz… NASİP ! Yara bandı gibi yaşamlarımızın her yerine yapıştırıveriyoruz bu kelimeyi… Yara bere içindeki hallerimizi ‘NASİP’ diyerek avutuyoruz !
Sahi, avutabiliyor muyuz ?
Huzursuzluğun Kitabı’nı okudunuz mu ?
‘Ruhum, hayatımdan yoruldu’ der orada, Fernando Pessoa…
Aslında avutamadığımızı anlatır…
Ne kendimizi ne hayatı !
Ama kandırdığımızı…
Hem kendimizi…
Hem hayatı…
Bu, düşünmekle söylemek arasındaki fark gibi ! Düşündüklerinizi çokça yaşamazsınız hani ! Ama yaşadıklarınız da düşündüklerinize dair değildir ! NASİP denen de buna dair ! Hayatlarımızın yara bandı haline gelmiş bu kelimenin kalabalığında kaybolmuşluğumuz da buna dair !
Haklısınız, karıştı !
Bir hikaye anlatılır, bilmem bilir misiniz ?
Biraz onla devam edelim mi ?
Ama kimse üzerine alınmasın, olur mu ! Bu, sadece bir örnek ! Anlamak için ! Eldekini… Kalanı… Kalabileni… Hele ki hayatlarımızı… Ötesini deşmeyin o yüzden… Hani klasik Türkiye alışkanlığına düşmeyin !
Paylaşılan hikaye, bir ağır ceza duruşmasında yaşanmış anlatıldığına göre… Cümleler ve o cümlelere dair dile getirilenler, suçsuz olduğuna inanan SANIK ile onu mahkum eden HAKİM arasında cereyan eden bir diyalogmuş...
Sanık: Hakim bey, ben şimdi size ŞEREFSİZ desem suç işlemiş olur muyum ?
Hakim: Tabi ki, hakaret suçu işlemiş olursun…
Sanık: Peki, sizin şerefsiz olduğunuzu düşünsem, suç işlemiş olur muyum ?
Hakim: Hayır, düşünmek günümüzde suç olmaktan kalktı…
Sanık: O zaman sizin şerefsiz olduğunuzu düşünüyorum…
Bu, bir öfke dili, haklısınız !
NASİP denen hayatların öfke dili !
Avutulamayan hayatları anlatan bir öfke dili !
Düşündüğünü yaşayamayan, yaşadığını ise kabullenemeyen bir öfke dili !
Geçen bir blogda gezinirken bir şey okudum… Hayatları yorulan ruhların ONLARI BU HALE GETİREN diğerleri noktasında durup da ne hissettiklerini sıralamış bir tanesi… Sıralarken de, artık NASİP demekten yorulan kendisi adına ‘KİMLERİ Mİ DÖVMEK İSTİYORUM?’ sorusuna karşılık cevaplarını sıralamış !
Sonra da şunları bulmuş :
Dünyayı bu hale getiren herkesi… Haksızlık yapan herkesi... Yerlere çöp atan herkesi… Birileri açlıktan ölürken yemekleri atan herkesi... Birilerinin bir yılık kazancını bir ayakkabıya veren herkesi… Eğitimin ne olduğu hakkında hiçbir fikri olmayıp ahkam kesen herkesi… Bizi bu düzenlere köle kılan herkesi… Haksızlık karşısında sesi çıkmayıp BANA DEĞMİYORSA SORUN YOK diyen herkesi… Ağzıyla konuştuğunu fiilen yapmayan herkesi… Sadece ve sadece dünya kendine aitmiş gibicesine diğer bütün varlıkları sömüren herkesi… İnsanları ten rengiyle, diniyle, fikriyle, düşünceleri ile ayıran herkesi. Çocukların saflığından faydalanan herkesi... Savaş çıkaran herkesi… Hayvanlara eziyet eden herkesi… Şehirleri beton yığınına çeviren ve bunu medeniyet gören herkesi… Ağaçları kesen, ormanları yakan herkesi... Herkesi, her şeyi…
Günün özetindeki soru şu:
Peki, ben hangisiyim?
Cevap, düşündüklerimiz ile yaşadıklarımız arasında giderek derinleşen uçurumun karanlığında ! Haklısınız ! O cevabı bulmak oldukça zor ! Hatta çok zor ! Çünkü parçaları kaybolmuş puzzle gibiyiz... Yazarın dediği gibi… Kimimizin ruhu, kimimizin beyni ve çoğumuzun bir kalbi dahi yok…