Hatay Mahalli Haber
MENÜ
Tamer Yazar
Tamer Yazar
yazar5@hotmail.com
Paylaş Paylaş Paylaş Yazı 68 defa okundu.

Dün de demişiz Bugün de tekrar ediyoruz

“Ey bahtsız, ey boş konuşan adam… Hangi hakla, aklın asasını masumluğun elinden alıp kötülüğün eline verirsin? Hangi hakla, doğanın üzerine ölümün örtüsünü atarsın, felaketi daha da ümitsiz kılarsın, suçluları temize çıkarır, erdemi karartır ve insanlığı alçaltırsın?”

Stefan Zweig, içimizdeki sesin çığlığında kelime kelime birikmiş olanı anlatmış adeta…

Haklı ama…

Öyle bir hale geldik ki bu ülkede, NE OLACAĞINA dair kahve fincanlarını tersine çevirdiğimiz o esprili hallerimizin gerçeğindeyiz artık ! DAHA NE OLUR diye birbirimize sorar hallerdeyiz ?

Sahi, DAHA ne olur ?

Son dönemde, göçmen karşıtlığı ve Türk Milliyetçiliği üzerinden OY devşirme hesabı yapanların Türkiye’sinde, daha ne olur ?

Bu ülkede,

Türküz,
Kürdüz,
Arabız,
Ermeniyiz,
Hristiyanız,
Müslümanız,
Süryaniyiz,
Museviyiz,
Rumuz…

İnsanız, hepsinden önce !

Peki, siyasetin bizi etiketleme biçiminde, tam olarak NEYİZ ?

Öfkesi, nefreti; beni, seni, onu, diğerlerinden üstün tutan tasnif halinde, NEREDEYİZ?

Hindistan asıllı düşünür Jiddu Krishnamurti der ki;

“Milliyetçilik bir beladır... İnsanın kendini ‘Hindu’ veya ‘Hıristiyan’ diye adlandırması da bir beladır… Çünkü bu adlandırmalar bizi bölüyor... Bizler, insanız… Bir mezhebin üyeleri veya bir sistemin hizmetçileri değiliz... Fakat çıkarını bağladığı bir fikriyata veya sisteme sadık bir insan olarak, Politikacı; milliyetimizle, duygusallığımızla, kendimizi beğenmişliğimizle, her birimizi sömürür ! Tıpkı bir din adamının, sözüm ona din adına bizi sömürmesi gibi…”

Bu kadar netse eldeki, görsek mi ?
Eksilerek azaldığımızı, bizi eksilterek artanları…

Oysa ki bir zamanlar çok fazlaymışız, eksilerek azalmadan önce, bizi eksilterek artanlar bu kadar çok değilken hele ki !

O zaman gelsin hikayemiz…

-
Bir Rum arkadaşıma sevimli bir kız soruyor: “Biz, İstanbul’a 1984’te geldik. Siz ne zaman geldiniz?” Arkadaşım, sakince cevaplıyor: “3000 yıl önce!”

Bir Rum evinden gelen bir tepsi musakkaya karşılık, annenin gönderdiği bir Anadolu mantısı ya da bir Ermeni evinden gelen midye dolma ve buna karşılık bir koca tabak baklava… Zeytinyağlıyı, balığı Rumların elinden,
dolmaları, topiği Ermenilerin elinden, hamuru Türklerin, eti Kürtlerin elinden yiyeceksin. Elden ele, komşudan komşuya, cenazede, mutlulukta, bayramda bunlar paylaşılırdı. Bunun farkına varırdın. Bu renkler gitti, tatlar gitti, komşulara dağıtılan irmik helvaları, paskalya çörekleri, yumurtalar…

Mesela, dedem hacıydı ama… Paskalya zamanı, yumurta tokuştururdu benim arkadaşlarımla, yılbaşında başına kukuleta takardı, yılbaşı kutlanırdı. Ama Kandil’de de radyo başına geçilip, Kandil dinlenirdi. Mevlitlere gidilirdi. Kilisedeki düğünlere giderdi, bu hacı hocalar, anneanneler. Yakın biri öldüğü zaman, bizim mevlit olurdu; Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, başörtüsü takıp bizim eve gelir, duaya katılırdı…
-

Anlayacağınız,

…ister Arap olsun, ister Kürt, ister Türk, ister Rum, ister Ermeni…

Sanırım, unutturulan şey, paylaşmak…
Bizler, paylaşmayı unuttuk…
Bize unutturdular…

“BİZ” olduğumuzu unutturdular…

Türk olduk,
Kürt olduk,
Arap olduk,
Ermeni olduk,
Hristiyan olduk,
Müslüman olduk,
Süryani olduk,
Musevi olduk,
Rum olduk ama…

BİZ olmamızı istemeyenlerin elinde hep uzak düştük birbirimize…
Onların kazandığı bu oyunda, biz hep eksildik, Anadolu hep çok eksildi !

Oysa ki bir zamanlar…

Düşünün…

Elde avuçta kalan her şey için “…bir zamanlar” dememek için, DÜŞÜNÜN !