CUMHURİYET 96. Sene ve Eldeki
96. Yıl gururu ile çok şey yazdık, çok şey resmettik ve çok şey düşündük, ama… Eldekine dair okuduğum bir yazıda durdum biraz ve… DÜŞÜNDÜM !
Demiş ki, yazan…
-
Cumhuriyet, bir devrimin olduğu kadar, bir vizyonun da adıdır. Osmanlı’nın sarsıntısı içinde ve Mustafa Kemal’in zihninde, kuruluşundan yıllar önce şekillenmiş bir vizyonun… Bu şekillenmenin nasıl olgunlaştığını “Yükselen Bir Deniz” belgeselinde incelemiştik. Mustafa Kemal, Harbiye’de Abdullah Cevdet’in, Namık Kemal’in makalelerini, Halide Edib’in romanlarını, Ziya Gökalp’in kitaplarını okurken, bağnazlığın kaldırılmasını, kadının özgürleşmesini, eşitlikçi reformları düşünmeye başlamıştı. 1910’da Paris’te tatbikat izlerken, 1914’te Sofya’da askeri ateşe iken, 1918’de Karlsbad’da tedavi görürken tanık olduğu şeyler, onu Batılı yaşam tarzına, Cumhuriyet ve laiklik fikrine daha da yakınlaşmıştı. Samsun’dan yola çıktığında, Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” yanındaydı. 1918’de Erzurum Kongresi’nin bittiği gece, Mazhar Müfit’e, zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını yazdırmış, bu sırrı 5 yıl saklamıştı.
Günümüzde eksikliğini hissettiğimiz şey, bu vizyon işte…
Peki, Cumhuriyet’i savunanların 4 yıl sonrası için bir vizyonu var mı? Geçen 96 yılın artıları ve eksileriyle bir muhasebesini yapabildik mi? Kuruluşundan neredeyse bir asır sonra, neden hala Cumhuriyet’in -belki de her zamankinden fazla- tehdit altında olduğu konusunda bir asgari müştereğimiz mı?
Cumhuriyet’e inananlar, tarihten aldıkları derslerle, 100. yılda nasıl bir demokratik Cumhuriyet hayal ettiğini ortaya koymalı artık... Bu vizyonu ortaya koymak, Twitter’a Atatürk resmi koymaktan fazla bir enerji harcamayı gerektiriyor. Atatürk’ü izlemek, tıpkı onun cumhuriyet için yaptığı gibi yeni bir toplumsal sözleşme yazmaktan ve yeni bir Türkiye hayal etmekten geçiyor. Cumhuriyet’i yaşatmak, ancak o zaman mümkün olacak.
Kutlu olsun.
-
Evet…
Kutlu olsun…
*
Schopenhauer…
…ve Kirpi İkilemi !
Hayata ve birbirimize karşı SAVUNMA halinden çıkıp, daha çekilir bir yaşam formatı ne zaman yaratırız bilmiyorum ama… Eldekinin tutulur bir yanı kalmadı gibi… Geçen gün Alman Filozof Arthur Schopenhauer’i okurken, daha çok düşündüm bunu…
Schopenhauer’in Kirpi İkilemi’ni okudunuz mu hiç ?
Bugün o hikaye ile başlayıp, düşünelim biraz !
Evet…
Schopenhauer'un anlattığı ikilem şöyle ;
-
Soğuk bir kış sabahı, çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince, yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü.
İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar, onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar.
Schopenhauer, kirpilerin yaşadıkları ikilemin, aralarındaki uzaklık her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdüğünü söyler. Gerekli mesafe bulunur ve ikilem biter. Hayat başlar yani… Ne okların acısının, ne de havanın soğukluğunun hissedilmediği bir yer.
İnsani mesafe, hepimize lazım olan…
-
Formül, oldukça basit gibi !
Peki, uygulanabilirliği bu kadar BASİT bir denklemde, bizlerin sorunu NE ?
Düşünün !