Botanik EXPO’nun kentinde Büyükşehir’e soralım mı
Paris ya da Londra gibi devasa dünya kentlerinin sunduğu o modern kent görselinde bile tarih, kültür ve doğa iç içedir, hatta bu üçlünün nefes alıp verebilmesi için dizayn edilir her şey… Yüzyıllar öncesinden kalma binalar, ağaçlı yollar, tertemiz caddeler, parklar, bol masalı ve sandalyeli kafelerin işgalsiz kaldırım servisleri, müzeler…
Böylesini hayal etmesi güzel de,
…sermayesinden bol kepçe yenen bir dünya kentinde, Antakya’da soluk alıp verirken, köy-kent projesinden çıkma hallerimize bir türlü son veremedik !
Yeni yapılan asfalt yolları hizmete açıyoruz mesela ama…
Yol çizgilerimiz yok !
Turizme hizmet etmek için müzeler açıyoruz mesela ama…
‘Hoş geldin’ diyen içeriklerinde İngilizce yok !
Her mahalleye parklar yapıyoruz mesela ama…
Hiç birinde çiçek yok !
Aslında bu şehrin hikayesi, şu anlatılan gibi;
-
Siyahtan beyaz, beyazdan siyah…
Evvel zamanlardan bir masalın içinde…
Bir varmışım, bir yokmuşum gibi…
Yaşarken, yaşayamadıklarımla öylece…
Anlatırım; anlatılırım da ama, ahh !
Hiç anlaşılamam…
-
Niye böyleyiz peki ?
Aslında fazlası da var… !
Antakya’dayız…
Fatih Caddesi’nde…
Yeni yapılan yollarda…
Yenilenen kaldırımlarda…
Bu yüzden sökülen ağaçlarda…
Yerlerine yenileri dikilmeyenlerde…
Niye peki ?
Ağaçsız bir cadde tercihi, niye sahi ?
Şunu yapsak, anlarım bakın…
Yaşlı, hastalıklı ağaçları söktük ama… Yerlerine yenilerini dikeceğimizi gösterir noktaları açık bıraksaydık… Eski ağaçların yerine yenilerini bekleyenlere yönelik bir açıklama yapsaydık…
Ama yapmadık…
Ve bunu yapmayan bizler, bu kentin bitkisel zenginliğinin EXPO’su için geriye saymaya başladık !
Bir yerde okumuştum; “Şöyle kabuğuma çekilip, dünyayı sessize almak, biraz ulaşılmamayı, eskiyi çok özledim…”
Bunu yapmak isteyenleriz, biliyorum !
Yorgunuz, en çok da bunu !
Bu şehir mi ?
O, en yorgunumuz !
Bir misafirim şöyle resimlemiş bu kenti… “Gelmeden önce, hikayesini okudum… Gelmeden önce, okuduklarımla kendisine aşık oldum… Hiç bilmediğim bir kentin sokaklarında yürüdüm… Taş avlularında oturdum… Minaresinden okunan ezanda, Kilisesinden yankılanan çan sesinde durdum… Havra’nın onlara bakan gülen yüzünü ise unutmadım… Eski Roma’yı dinledim… Mozaikleri arasında dolaştım… Yemeklerinden tattım… Kudüs gibi kutsal olan hali için de ellerimi dua için birleştirdim… Tanrı’nın 3 dininin evi olmuş bu kentin insanları ne kadar da şanslılarmış, dedim…
Gelip gördükten sonra mı ?
Üzüldüm…
Bu kent adına…
Kaybettikleri adına…
Hayal ettiğim onca şey adına…
Okuduklarımda bulamadıklarım adına…”
Düşünün…
Bizi yönetenler de düşünsünler…
Hatta en çok onlar düşünsün !