Ara Güler Bir Anadolu Hikayesi
-
1928 yılında İstanbul’da doğmuşum... Çocukluğumdan beri benim fotoğrafa, kameraya ilgim zaten var... Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda öğrencilik yaptım, kurslara giderek... O zamanlar rejisör veya oyun yazarı olmak istiyordum... Muhsin Ertuğrul, bana tiyatro sevgisini katmıştır… O arada İstanbul Üniversitesi’ne devam ettim... 1950’de gazeteciliğe başladım. Dünyada hemen hemen gitmediğim yer kalmadı, çekmediğim fotoğraf… Bir çok ödül aldım, devlet sanatçılığı ödülü de buna dahil…
Önceleri hikâye de yazardım... Ama sonra fotoğrafla daha çok şey anlatabildiğimi gördüm... Benim fotoğraflarımda, anlayanlar için tiyatro hala vardır... Film gibidir fotoğraflarım... Arka plan, ön plan, kompozisyon görürsün... Mana görürsün... Ben, hikâyeciliği fotoğraflarda sürdürüyorum…
-
Haklı…
Fotoğraflarında çokça hüzün vardır…
Hikâyesini paylaşan yorgun yüzler vardır…
Ve yüz çizgileri arasına sıkışan sırlar vardır…
Okumak keyiflidir ama her bir fısıldananı…
Size hafifçe dokunan ürkek hayatları…
Bir köşeye sinmiş gri gölgeleri…
Onları bir adım öne çıkaranı…
Elinden tutup kaldıranı…
Evet…
Ara Güler, herkes için bir şey anlatır…
Bana anlattığı mı ?
1915’ten 6-7 Eylül olaylarına… Varlık Vergisi’nden daha fazlasına… Anadolu’nun kopan gerçeğinden geriye kalanı anlatır… Dünden bugüne kalan, kalabilen cılız bir kabalığın en ön sırasında yürüyen nadide isimleri anlatır… Öyle ki… Onun her bir siyah-beyaz fotoğrafında, avuçlarınızı da kalbinizi de dolduracak kadar hikâye vardır…
Aslında, yaptığım işi de anlatır…
Her bir çektiğim fotoğrafı…
Kadraja yansıyanları…
Nasıl mı ?
Der ki Ara Güler…
-
Fotoğraf, bir kere sanat falan değildir... Fotoğraf, görülen bir şeyin zapta, kayda geçmesidir... Fotoğraf meselesi bir arşiv meselesidir. Kaybolmasın, yitmesin, bitmesin, gene bakayım, gene göreyim diye...
-
Bu kente dair her karede görsel hafızamı arşivliyorum o yüzden… Arşivlerken de, Ara Güler’i hatırlıyorum… Hatırlarken de, kelimelerinde duruyorum… En çok da, parmaklarının arasından parça parça düşen İstanbul’u anlatırken… Sanırım bana bu kenti hatırlattığından… Bizdeki kayıplarla aynı olmasından…
“İstanbul’un ölüsünü görüyoruz, ölü İstanbul’un üstünde geziyoruz” derken, iç geçirdiği gerçeği bakın nasıl resimlemiş…
-
İnsan, her eserini sever, ama özel olanı mutlaka vardır... Sirkeci’de çektiğim bir fotoğraf var... Sirkeci’de bir tramvayın önünde at arabasını çeken arabacı fotoğrafımı çok severim... Tam anında çekilmiş bir fotoğraftır, denk gelmiş ve ben de uyanık davranmışımdır orada... Anlık bir olaydır... Bir saniye geç kalsam o fotoğraf olmazdı… Bir dakika, öylesine uzun bir süredir ki fotoğraf çeken için... Bunu ancak bu işle uğraşan bilir... Eski İstanbul fotoğrafları da önemlidir... Ben çekmeseydim olmayacaktı. Eski İstanbul’u çekmiş olmak, İstanbul’un yok olmasının önüne geçti. Kendisi yok, ama fotoğrafı var.
-
Her bir kelime bu kente dair…
Çektiğimiz her bir kareye dair…
‘Bir zamanlar…’ diye başlayan Antakya’ya dair…
O yüzden, Ara Güler önemli… Çektiğimiz her fotoğrafta biriken hayatlar için… O fotoğraflarda kalabalıklaşan yüzler için… Ama en çok da… Tüm o hayata ve yüzlere kalbini ekleyen Anadolu’lu bir Ermeni’nin bu ülke coğrafyasına kattığı hikayesi için…
Ve bize BİZ’i hatırlattığı için…
Hatırladık mı peki ?