42 sene geçti geçmesine de Demokrasi sınavımız bitmedi
Sara Sızlayan Öyküler (Veli Bayrak) kitabını okudunuz mu bilmiyorum ama…
Bugün, bu kitaptan kısa bir öykümüz var, 12 Eylül’ün karanlığına dair…
Demokrasi dersinden sınıfta kalan bir hikâye…
"Oğlumu içime gömdüm” diyen…
Soluksuz okudum…
Sıra sizde…
-
Yirmi iki yaşındaydı Ali Ekber, gözümün nuruydu. Öyle çalışkan bir çocuktu ki, ilkokulu pekiyi, ortaokul ve liseyi birincilikle bitirdi. Üniversiteyi kazandığında, annesine “Avukat olacağım” dedi. Zaten istediği de oydu.
Bir de yavuklusu vardı, Ali Ekber’in. Adı Seher. Hataylıydı kız, aynı sınıftaydılar. Saçları uzun, gözleri siyah, tam da Ali Ekber’imin boyundaydı. Gülünce gözleri gülerdi, kızımın. Birbirlerine çok yakışırlardı.
İkinci sınıftayken, annesiyle babası bize geldi, Seher’in. Bizim çocuklar öyle uygun görmüşler, biz de onlara uyduk. Bir düğün yaptık, dillere destan. Üniversiteden hocaları, sınıftan arkadaşları, konu komşu, akrabaları, iki gün iki gece düğün yaptık.
Üçüncü sınıfa geçtiklerinde, siyasetle uğraşmaya başladı Ali Ekber. Hem mahallede hem okulda gösteri ve yürüyüşlere katılırdı. “Yapma” dedik, “etme” dedik, ama dinletemedik. Seher kızım da katılırdı, ama onun kadar değildi. O daha çok derslerine çalışır, bize de şakayla, “Bari okulu ben bitireyim, Ali Ekber’in başına bir iş gelirse onu savunurum” derdi.
12 Eylül olduğunda, bir hafta eve gelmedi Ali Ekber. İyi de etti. Askerler, henüz evi basmamıştı! Ama sağdan soldan duyuyorduk, her an eve baskın yapabilirlerdi. Nerden bilirdik, onun geldiği gün sabaha karşı evi basacaklarını… Asker kapıya dayandığında, karım Fatma’ya, “Ali Ekber’e söyle mutfağın camından çıkıp kaçsın. Ben, askerleri oylarım” dedim. Ben, yavaş yavaş kapıya doğru giderken, Fatma, koşarak çocukların odasına girdi. Kapının önünde beş dakika oyaladım askerleri, ama içeride ne olup bittiğini bilmiyordum. Daha fazla tutamadım, sonunda girmişlerdi içeri. Bir komutan vardı yanlarında, sekiz de asker. İçeri girer girmez, her biri bir yere dağıldı askerlerin. Komutan, bana ve Fatma’ya, “Sizler yanımdan ayrılmayın” dedi. O nereye giderse, biz de onunla gidiyorduk. Yatak odasının kapısını komutan açtı. Hayret, Seher yoktu ortalıkta! Komutan, bana “Oğlun nerede?” dedi. “Bilmiyorum” dedim. Köpürdü komutan, belinden çıkardığı silahın kabzasıyla karnıma vurdu. “Koskoca adamsın, oğlunun nerede olduğunu bilmiyor musun?” dedi. Sustum, bir şey diyemedim. Sonra Fatma’ya döndü komutan. “Gelinin nerede?” dedi. O da "Bilmiyorum” dedi. Yediği darbeyle yatağın üzerine yığıldı kaldı. O an anladım, çocuklar bu kısacık süre içinde yatağı düzeltmişler ve camdan kaçmışlardı. İçimden bir gülümseme geldi, “Aferin çocuklara” dedim. Sonra bir asker koşarak geldi yanımıza. “İçeride kimseler yok komutanım” dedi. Öyle öfkeliydi ki komutan, askerin elindeki süngüsü takılmış tüfeği alıp, döşüne sert bir yumruk atarak onu kapı dışarı etti. Sırt üstü yere yığıldı asker. Komutan aldırmadı bile. “Orada kal, kapıyı da ört” dedi.
Odada ben, Fatma ve bir de komutan! Üçümüz kalmıştık. Doğrusu, çocukların durumu tam olarak neydi, bilmiyordum. Odaya girerken, mutfağın camının açık olduğunu görmüştüm, “muhtemelen kaçmışlar” diye düşünüyordum.
Süngüsü takılı tüfeğiyle etrafa göz gezdirmeye başladı, komutan. Bir taraftan da, “Yatak bozulmamış. Demek evde yoklar, öyle mi?” diye söyleniyordu. Ama hırslıydı, komutan. Adeta yerinde duramıyordu. Birden öyle bir hareket yaptı ki, arkası dönük olmasına rağmen yönünü değiştirdi ve iki ayağını havaya kaldırıp, zıplayarak, elindeki süngüyü yüklüğün ardındaki boşluğa sapladı. Önce, Seher'in “Anam” sesini duyduk, sonra karım “Yavrum” dedi ve yığıldı olduğu yere. Beyaz bir örtü vardı yüklüğün üstünde. Kırmızıya boyandı. Fatma, boylu boyunca yere uzandı, dili dışarıda kaldı.
Karım Fatma’yı, iki ay sonra kaybettik. Seher, bir ay hastanede yattı. Hastaneden çıkınca, Seher’i memleketine, ana babasının yanına gönderdim. Ortalık sakinleşince “getiririm” diye düşündüm. Ama ne ortalık sakinleşti ne de Seher'e “Gel” diyebildim. Meğer Ali Ekber kaçmış, Seher de korkudan yüklüğün ardına saklanmış. Yaklaşık altı ay Ali Ekber’i aradım, koca şehirde. Sormadığım makam kalmadı. Bulamadım. Sonra bir gece, eli silah ve sopalı gözü dönmüş kalabalık bir grup kapımı çaldı. İçlerinden biri, “Ali Ekber’in babası sen misin?” diye sordu. “Benim” dedim. Eşikten adımını içeri attı, önde olanı. “Oğlun nerede” dedi. “Bilmiyorum” dedim. Sonra bir adım geri çekildi, aynı adam. Kapının kenarından, Ali Ekber’i tutup yüzü koyun içeri fırlattı. Ağzında dişi kalmamıştı, Ali Ekber’in. Yüzü gözü şişmiş, üzerinde beyaz mintan al kana boyanmıştı. Gülüyordu adam. Bir daha sordu aynı soruyu! “Oğlun nerede?” diye. Yere çömeldim usulca. Oğlumu başından tutup, göğsüme yasladım. Nefes almıyordu, Ali Ekber’im. Vücudu buz kesmişti. Ağladım, saatlerce ağladım.
Aradan bir ay geçti. Bir gece, iki cemse dolusu asker yine kapıma dayandı. Kapıyı açar açmaz, içeri dağıldı askerler. Etrafı aramaya başladılar. Komutan, kenara çekti beni. Silahın namlusunu boğazıma dayayıp sordu, “Oğlun nerede?” diye. Tükenmiştim oysa. Ne konuşmaya ne susmaya tahammülüm vardı. Oysa, daha bir ay önce gömmüştüm oğlumu, annesinin yanına. Ama demedim kimseye, diyemedim. Biliyordum ki, orada da rahat bırakmazlardı yavrumu.
Dimdik durdum komutanın karşısında. Bir gözüm, oğlumun duvarda asılı resmindeydi. Sonra yüzümü çevirip, gür bir sesle bağırdım… “Oğlumu” dedim, “oğlumu, içime gömdüm!”
-
Haklısınız…
Unutmayalım, ne OLANI ne BİTENİ ne de elde avuçta KALANI !