Kitap yazmak Hayata dokunmak gibi
Kitap yazmak, HADİ YAZAYIM diyerek başlayabileceğiniz bir iş değil… Aslında bu bir İŞ de değil, ama ötesi… Çok ötesi… Nereden mi biliyorum ? İlk kitabım geçtiğimiz günlerde basıldı… NASIL BAŞLADIM diye ben de ara ara geriye dönmüyor değilim… Sanırım, dünyanın farklı coğrafyalarında olmak ve çok farklı insanların, sizi içine hapseden hikâyeleri içinde yolculuk etmek buna dair kelimeleri hızlandıran bir şey…
Kitabımın iki kahramanı var…
Ve iki kahramanı da kadın…
Film bitip de SON yazdığında hepimiz MUTLU BİR FİNAL bekleriz, haklısınız… Sanırım buna çok ihtiyacımız olduğundan ! Kendi yaşamlarımızdan bir nebze uzaklaşma ihtiyacından… Ama öylesine çok ki, anlatılamamış hikâyeler… Bir köşede sinmiş, sindirilmiş olanlar… O yüzden de okunması gerekenler…
Bir gün elinize geçer belki, adı, Kutsallığın Vaazı…
İki kadın karakter var, ilki Kate, diğeri Kader…
Birbirlerinden çok uzak iki coğrafyada iki kadın hikâyesi onlar…
Hayatlarına dair çok şey hayal eden, ama gerçeğinde hapsolanlar…
Yaşadıkları şiddetin bedenlerinde açtığı yaralardan çok, ruhlarından eksilenlerde duranlar…
Sevmek için savaşanlar, ama sevmeye çalışırken yenilenler ve istemeye istemeye vazgeçenler…
Yazmaya İngiltere’de başladım… İlk elden dinlediğim bir hikâye ile… Sanırım o günden bugüne bende birikenlerin sonucu bu kitap… Sizde de olur mu bilmiyorum ama, bazen öylesine ağırdır ki yüklendiğiniz kelimeler, o yükü paylaşmak istersiniz… Okundukça hafifleyecektir çünkü…
Kader’in evliliği de buna dair…
Biraz okuyalım mı ondan ?
Birkaç adım atalım…
-
Gecenin karanlığı içinde esen rüzgârın ılık ılık dokunduğu elbisesinin etekleri uçuşurken, hissettiği ürperme ile hafifçe titredi. Üşüyordu. Peki, asıl üşüyen bedeni miydi, yoksa yalnızlığına terk edilen ve de sahip olduğu her şeyin içine ama tıka basa doldurulduğu kalbi miydi?
Gözlerini, gökyüzünde ışıl ışıl yanıp sönen yıldızların arasında dolaştırdı. Ne mi arıyordu? Sanırım hiçbir şey! Bilmeden, beklemeden, öylesine bir bakıştı bu… Belki de kaybolmak istedi. Her şeyden ve herkesten uzakta bir yerde, yeniden nefes alma şansını denemek istedi.
Gözleri kapalı, öylesine durdu epey bir süre. Herkesten, her şeyden, yaşadıklarından ve belki de hissedebileceği ama duyumsamak istemediği her şeyden uzakta, kendi başına kalabildiği o anın bitmesini hiç istemedi. Ama yanağından süzülen tek bir damla gözyaşı öylesine ağır aktı ki o soğuktan kızaran yanağının üzerinde, ikinci bir damlanın ilkini yakalaması uzun sürmedi.
İstanbul’un karanlığını delen kent ışıklarının tepesindeki bu koca gökyüzünün altında bir tek o muydu ağlayan?
Bir tek o muydu, yalnız olan? Bir tek o muydu, kaybolan ruhunun dönüşünü yıllardır bekleyen?
Gözlerini daldırdığı yıldızların arasından irkilerek çıktı. Yüzünü çevirdi; evinin etrafında dizili derme çatma gecekonduların arasından akan çamurlu yola, cılız da olsa geceye yansıyan ışıklara ve ışıkların geldiği evlere...
Sahi, gecekondulardaki yaşamların yangınını söndürmeye hangi itfaiyenin gücü yeterdi ki? Duvarları çamurdan, damları tenekeden, hayatları umutsuzluktan örülü insanlara ait yaşamlardı bunlar. Yaz geldiğinde tozlu sokaklardan, kış geldiğinde ise ayakkabıların içine kadar dolan çamura batmaktan şikâyet edilen yaşamlardı bunlar. Umutların her gün ekmek arası yapıldığı, yaşamların, ayakta kalma çabasıyla, gözlerini bir sonraki sabaha kadar kapattığı yaşamlardı bunlar.
-
Evet…
İki kadın, iki evlilik, iki yaşam ve iki çıkmaz…
Onlara dair o kadar çok anlatılamayan var ki…
Bu kitap, biriken kelimelerden bize düşenler… Bende birikenler… Sizle paylaşılanlar… Bilmem, belki okuduğunuzda kendinizden bir şeyler bulursunuz ya da bulmak istediklerinize rehberlik eder bazı cümleler…
Şimdiden iyi okumalar…