Aşağıya bakmayacağız
İstanbul’da, Boğaziçi Üniversitesi’nde bir Rektör (!) ataması (!) ile başlayan protestolar bitmedi…
Yönetenle (!) yönetilen (!) arasındaki uçurum bu kadar derinken, bitmez de…
Ama…
Onca gözaltı, eylem, protesto ve şiddetin hikayesinde, sorulanlar çok da haksız değil sanki !
Yaşanan protestolara dair fotoğraflar paylaşan bir öğrencinin dediğindeyim bugün, sorduklarındayım… Sorguladıklarının Ankara’sında duranlar NE der, NASIL cevap verir bilmiyorum ama…
Haksız da değil !
Sorduğu mu ?
-
Hangi tecavüzcüyü,
böyle gözaltına aldınız?
Hangi kadın katilini,
böyle yaka paça götürdünüz?
Hangi rüşvetçiye, tefeciye,
böyle bir muameleyi reva gördünüz?
Hangi yolsuzluk yapanı,
böyle ifşa ettiniz?
-
Bunu söylerken de, yaka paça gözaltına alınmaya çalışılan bir genç kızın karga tulumba götürülüş fotoğrafını paylaşmış sosyal medyasında…
Söyledikleri mi ?
“Şu dönemde, kendimle baş başa kaldığım her an bir şeyler yazdım, bir o kadar da şiir biriktirdim… Ne yaşadığımızı hala anlamaya çalışıyorum… Terörist ilan edilirken, aynada sık sık kendime baktım, ‘öyle miyim’ diye ! Yok değilim ! Ama verdiğim mücadele beni terörist ilan etmeli mi, bunu da bilemedim ! Ama bunca kötü şey, bana kendimi öğretti… Cesurum, bunu fark ettim… İnandıklarıma bağlıyım, bunu da… İnandıklarımız konusunda yalnız değilmişiz, en çok da bunu ! Sanırım, yaşadığınız acılar bir şeyleri tetikliyor ! İçinizde biriken bir şeyleri, sizin bile çok fark edemediğiniz bir şeyleri ! Anthony Burgess gibi…
Anthony Burgess, beyninde tümör olduğunu ve bunun kendisini bir yıl içinde öldüreceğini öğrendiği sırada kırk yaşındaymış… O sıralarda beş parası yokmuş ve kısa süre içinde dul kalacak olan eşi Lynne’e miras bırakabileceği hiçbir şeyi bulunmuyormuş…
Burgess, geçmişte hiç profesyonel bir roman yazarı olmamış, olamamış ama… İçinde, yazar olma yeteneği bulunduğunun her zaman farkındaymış… Böylece, salt eşine, hiç değilse telif haklarını bırakabilmek için yazı makinesine bir kâğıt takmış ve ilk romanını yazmaya başlamış... Yazdığının basılabileceği bile kesin değilmiş ama… Aklına da yapacak başka bir şey gelmemiş...
‘1960 Ocağı sabahıydı... Doktorum tarafından konulan tanıya göre, önümde yaşayabileceğim bir kış, bir ilkbahar ve bir yaz vardı... O yıl, yapraklar dökülmeye başladığında, ben de ölmüş olacaktım” diye başlamış, ilk cümlelerine…
O hızla ve telaşla, Burgess, yıl bitmeden beş buçuk roman yazmayı başarmış... Bunca yapıtı, E. M. Forster, neredeyse bütün bir yaşam boyunca ancak yazabilmiş… Amerika’nın en büyük yazarlarından J. D. Salinger ise yine tüm ömründe ancak bunun yarısını yazmayı başarabilmiş…
Ne var ki Burgess ölmemiş... Kanseri önce gerilemiş, sonra da tümüyle ortadan kalkmış... Uzun ve dolu dolu yazarlık yaşamında, içlerinde en ünlüsü ‘Otomatik Portakal’ (A Clockwork Orange) olmak üzere, yetmişten fazla yapıt üretmiş... Kanserin ona vermiş olduğu ölüm hissi olmasaymış, bu romanların birini bile yazamayabilirmiş…
Sözün özü şu ki…
Çoğumuz, Anthony Burgess gibiyiz… İçimizde, ortaya çıkmak için bir dış etkenin yaratacağı acil durumu bekleyen bir büyük yetenek saklarız… Benim şu birkaç zamandır başlayan şiirlerim, biriken yazılarım, kendimi keşfedişim gibi… Milyonlarca insanın ‘Aşağıya bakmayacağız…’ deyişi gibi !
-
Haklı…
Siz NEREYE bakıyorsunuz bilmiyorum ama…
Birbirimizde gördüklerimizden korkmasak mı artık !