Hepimizin hayat içinde rolleri var
Son günlerde herkes yılgın, yorgun ve umutsuz bir resim çiziyor hayatın içinde. Yüzler pek gülmüyor ve dalga dalga yayılan bir mutsuzluk hali var. Nasıl olmasın, her gün onlarca kötü haber duyarak, akıl sağlığımızı muhafaza edebilmemiz bile mucize.
Sosyal medyadan paylaşılan resimler, medyanın haber yapma biçimi ruhumuzu esir almış durumda. Sözde daha duyarlı daha iyi birileri olmamız için yapılan her paylaşım bizi daha karanlık bir dehlize doğru çekiyor.
Zira elini hiç çekmeden sürekli ateşte tutmaya benziyor bu. Bir süre sonra hissetmediğin ama elinin ateşin üzerinde kalmaya devam ettiği bir hal.
Sonucu da fena üstelik.
Böyle söyleyince “Toz pembe bir dünyada yaşadığımızı mı düşünelim?” çıkışlarıyla karşılaşacağımı biliyorum..
Aksine eli ateşten çekmeyi öğrenmemiz gerekiyor demek istiyorum daha çok. Zaman zaman yine ateşe temas eden, elini bir daha ateşe düşürmemek için çözümler arayan birileri olmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Dünya eskisinden daha yaşanmaz, daha kötü bir yer de olmadı.
Zaten hep iyilerin olduğu bir dünya da hiç olmadı..
Hiç ölümün ve zalimin olmadığı bir dünya olmadığı gibi...
Yani bizi insan kılan, yaşadıklarımız değil, hissettiklerimiz...
Sadece eskiden bir mahallede ve köyde kalan kötü bir haber, şimdi dünyanın her köşesinde duyuluyor..
Dünya küçük bir köy halini aldı. Bu sebeple her haber, bir tıkla düşüveriyor ekranımıza.
Bu da bizi daha korkak, daha güvensiz ve daha kaygılı yapmaktan başka bir işe yaramıyor.
Bu hal bizi daha içine çekilmiş insanlar haline getiriyor..
Eve hiç enerjisi kalmadan dönen beyler ve ekranda gördüklerinin enerjisiyle yılgın hanımlar haline dönüşüyoruz hızla. Çocuklarsa bu halin içinde, giderek daha zor bir çocukluk hikayesi yazıyorlar.
Oysa hiç birimizin kudreti dünyadaki bütün acıları dindirmeye yetmez.
Bu “aciz” olduğumuz kabulüne ters..
Ama yanıbaşımızdakilerin acılarını dindirdikçe, çoğalabiliriz.
Bizse tam tersini yapıyoruz.
Dünya gündemine duyarlıyız; lakin yanıbaşımızdakilerinin acılarını, içten gelen bağrışlarını duymayacak kadar duyarsızız.
Yanıbaşımızdakilerin sesleri çok çıkarsa, sesini başkası duyursun diye uzmanların kapısını çalan da biziz..
Yüksek seslerin arasında, kendi sesimize olan uzaklığımızı paylaştığımız üç beş nefret dolu cümleyle, o an yanımızda olana saydırdığımız küfürlerle iyice daha da büyütüyoruz.
Daha duyarlı olmamızı isteyen her resim, her görüntü bizi patlamaya hazır volkanlar haline dönüştürüyor.
Gerçekte paylaşılması gereken acılarken, biz resimleri paylaşıyoruz sadece...
Dünyadaki bütün kötülüklerden haberdar olarak, kötülükleri paylaşarak dünyayı daha iyi bir yer haline getiremeyiz ki...
Hepimizin hayat içinde rolleri var..
Bizden beklenen sorumluluklar; tebessümümüze ihtiyacı olanlar...
Hakkıyla yapmamız gereken işimiz, bereketli rızık beklentimiz var. “Allah’tan daha merhametli” imiş gibi çabalayan kibrimiz var bir de..
Öyle bir kibir ki, uzanabileceğimiz ellere takatimizi bırakmıyor..
Yakınımızın omzumuza yaslanmasına müsaade etmiyor.
Acılarını, kederlerini, gözyaşlarını küçümsetiyor bize...
Oysa başkalarına iyilik ederek daha iyi biri olabiliriz ancak..
Hakkı ve sabrı tavsiye ederek...
Kalanların acılarına merhem sürerek...
Ölümü ve hayatı daha anlamlı kılarak...
Kıyıya vuran çocuk resimlerini paylaşarak ve haberlere yorum yaparak değil...