Artık konuşun Ayağa kalkın ve konuşun
… Tanıdığım ve tanımadığım birçok insanla, terk-i şehir edip, köye veya küçük bir sahil kasabasına yerleşmeleri konusunu konuşuyor, yazışıyoruz. Gördüğüm kadarıyla, gerçekten de çok fazla insan başka bir hayatın hayalini kuruyor. Çoğunluk, türlü nedenle bunun için adım atmaya cesaret edemezken, sayıları gittikçe artan bir azınlık ise yeni hayatına doğru yelken açıyor…
Bu kısa paragrafa ekli yaşamların kalabalığı karşısında şaşırmak mı gerek, yoksa SIRADA BEN VARIM demek mi, bilemedim… Aslında SIRADA olmanın cazibesini inkar edemem… Hele ki adı ŞEHİR olan bir karmaşa içinde yaşamaya çalışırken…
Aslında sahip olmak istediğimiz çok fazla bir şey yok, ama bu kadar azına tahammülümüz de yok…
İstediğimiz şey mi ?
İnsan gibi yaşamak… İnsana yakışır şekilde yaşamak… Doğru dürüst yollarda araba kullanmak mesela… Ama öyle yollar olsun ki, ortasından çizgileri geçsin… Yola benzesin… Trafik işaretleri yerli yerinde olsun… Yollarda araçların hızını düşürmek için yapılan kasislerin bir standardı olsun… Engelliler ise unutulmasın… Kılavuz çizgileri takip eden görmeyen gözler de… O yüzden o çizgiler üzerinden otobüs durakları geçirilmesin… Bile isteye kasıt aramaya başladığımız bu ciddiyetsizliğe bir son verilsin… Sorunlu değil SORUMLU belediyecilik NEYMİŞ, bir zahmet öğrenilsin… Ama en çok da, dünyayı dolaşan yerel idarecilerimiz, gezdikleri ülkeleri baka baka adımlamasın, görerek adımlasın… Bir zahmet, Paris’te ya da Londra’da belediyecilik nasıl yapılıyor, o öğrenilsin… Çıtaları 3. Dünya ülkesi şehirleri ya da kasabaları olmasın… Kardeş şehir diye seçtikleri de… Ama en çok da, şehrin her tarafına DUBA yerleştirmekten vazgeçilsin… Kırık, ezik olanlar bir zahmet değiştirilsin… Dünün Roma’sının hala nefes alıp verdiği bu coğrafyada HEYKEL kültürüne hayat verilsin… Şehir meydanlarında, o dünün görkemi heykellerle yükseltilsin… Çiçek ekmekten sıkıldığımız bir ara, belediyecilik de yapılsın… Ama YAPTIM-OLDU belediyeciliği olmasın… YAPTIM-OLDU MU diye sorandan olsun… Vatandaşla beraber yönetsin, hem şehri hem hizmetleri… Zaten YÖNETİYORUM demesin… Yönetemediğini bir an önce fark etsin… En çok da Asi’yi… Kirimizi… Çöpümüzü… Marka’nın orta yerindeki markasızlığımızı… Vizyonsuzluğumuzu… Çöken, yıkılan tarihi evlerimizi… Sahipsizliğimizi… Turizmi dibe vuran bir kentin estetikten yoksun kent peyzajını… İşlevsizliğinin dibine vurmuş süs havuzlarını… Asi’nin yan duvarlarında gezinen koca koca fareleri… Şelale estetiğinde o duvarlara eklenen, ama yıllar içinde işlevsizleşen demir yığınlarını… Kaldırım üstü manavları… Uzun Çarşı’da başlatılan, ama yarım bırakılan yenilemeyi…
Başlarken ki hikâyemiz de bu yüzden…
Tükenmişliğimizden kaçma isteği de…
Bir keşiş sorar:
…Ben gerçek bir mutluluk istiyorum.
BUDA, şöyle der:
…Önce ‘ben’i unut.
…Bu, egodur.
…Sonra da hayatından ‘istiyorum’u çıkar.
…Bu, arzudur.
…Şimdi elinde ne kaldı?
Konu bizsek !...
Sanırım, hiçbir şey…
En azından, ona yakın bir şey…
Haklısınız, bir çeşit tükenmişlik yaşıyoruz… !
Peki, o tükenmişliğin orta yerinde çökmüşken, günümüz şehir yaşantısının bizleri her anlamda eksilttiğini inkar edebilir miyiz ? Edemeyiz… Bunu en başta kendi adıma söylüyorum… Haftanın neredeyse 7 günü aynı kalabalıkla gidip gelen biri olarak söylüyorum… O gidip gelmeler sırasında pencereden izlediğim şehrin beton soğukluğu adına söylüyorum… Ağaçsız, koca koca apartmanların yükseldiği beton bir gezegen içinde solan ruhlarımız adına söylüyorum… Tuttuğunuz her şeyin elinizde kaldığı tarihi bir kent adına söylüyorum… Ama buna rağmen herkesin birbirini kutlayıp durduğu, hatta şehir adına elde ettiği başarılardan dolayı ayaklara kırmızı halıların serildiği yaşamlar adına söylüyorum…
Ama sadece benim söylemem yetmez…
Yetmiyor da zaten…
Sahi, SEN niye konuşmuyorsun ? Sana söylüyorum, SEN ! Bunu okuyan SEN ! Söyle bana… MUTLU MUSUN ? Bu şehirden ? Yapılandan… Yapılıp da HİZMET diye sunulandan… Mahalleye evrilen köylerden… Büyükşehir diye yutturulandan… İçinde yaşadığımız karmaşadan…
Ceket iliklemekten sıkılmadın mı ?
Düşündüklerini saklamaktan…
Olana kafa sallamaktan…