Korkmayın düşünün Yetmez konuşun da
Konuşmaktan korkarız…
Ama en çok da düşünmekten…
Düşündüklerimizin dile gelmesinden belki !
Hatta o dile geleceklerin tepki çekmesinden…
Peki, var mı başka bir çaresi ?
Oysa ki Orhan Veli Kanık ne demiş ?
*
Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fani dünyada
Kötülükten gayri?
*
O halde, başlayalım mı ?
Hem düşünelim hem konuşalım…
Ataol Behramoğlu gibi, dediği gibi…
*
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına…
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır…
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana…
*
Siz nasıl başlamak istersiniz bilmiyorum ama… Yerel idarecilerinden kent yöneticilerine, hiç kimsenin ‘yapması’ gerekeni ‘tam’ anlamıyla yapmadığı bir kentte yaşadığımızı düşünelim mi ? Hatta düşünmekten öte bir şey yapalım ve o kent adına yaşamlarımızdan sarkanları biraz sorgulayalım mı… ?
Zor olmayacak, korkmayın !
Zaten tam da o şehirdeyiz…
Bahse konu şehirde…
Peki, ne mi düşünelim ?
Mesela…
Asfalttan bozma rampaları olan ve üzerinden geçirmeye çalıştığı görme engelli çizgileri işgal altındaki kaldırımları… Çizgisiz ama bol çukurlu yolları… İsimsiz, tabelasız, kaderine teslim bir tarihi… Ahşap ve taşın işçiliğinde bir dönem yükseltilmiş evlerin çökmüş hallerini… İnanç turizmi sloganında sahnede yer kapma yarışı yapan, ama icraatta sınıfta kalanları… Avrupa başkentlerinde dolaşan, ama yönettikleri şehri bir köy edasıyla idare edenleri… Bu şekilde idare edilenleri… Eldeki bu parça parça dökülüş hikayesinde herkesin birbirini plaketle kutladığı anlaşmalı sessizliği…
Garip olan nedir biliyor musunuz ?
Aslında çok şey düşünüp çok şeyler konuşanlarız… Ama kent idarecileri ile yan yana geldiğimizde, düşünme yetimizi yitirip, dillerimizi yutuyoruz ! Biri kalkıp SORUN VAR MI diye sorunca, önce kendimize bir çeki düzen veriyoruz… Ceketimizi iliklerken, usulca ayağa kalkıyoruz… Korkarak bakıyor, ardından bize yöneltilen sorunun cevap ağırlığında ne yapmamız gerektiğini sorguluyoruz… Labirentin içine atılan farenin çaresiz çırpınışları gibi o an… Hiç bitmiyor… Pek, sonunda mı ? Soru soran gözlerin içinde bir süre kalıp, tedirgin birkaç kelime fısıldıyoruz… MUTLUYUZ, TEŞEKKÜRLER !
Ve…
Bitiyor…
Hayat da…
Sorgu da…
Sorular da…
Tüm cevaplar da…
Konuşma hakkınız da…
Oturabilirsiniz… Bitti ! Sonuna kadar iliklediğiniz o ceket düğmelerinizi açın ve korkarak yaşamaya devam edin ! Evet, derin bir OH çekin… Sınıfı geçtiniz… Sisteme dahil oldunuz… Sevildiniz… Onaylandınız… Herkesin yüzünde ufak bir gülümseme bırakıp, ama ardından unutuldunuz… Sorunlarınızla yeniden baş başasınız…
Mutlu musunuz ?
Yanlış anlamayın… Konu, ayağa kalkıp, sesiniz soluğunuz kesilene kadar bağırıp çağırmanız değil ! Ama düşünmeniz… Önce düşünmeniz… Sorulanı, hayatı, eldekini, avuçtakini, parmakların arasından akıp gideni, yaşananı, yaşatılanları… Ardından da konuşmanız… Hakkınızı, savunulması gerekeni… Ama iliklemeden… Düğmeler iliklenmeden…
Özgürce !
Hani Edip Cansever’in dediği gibi…
Zorlasak mı acaba bizim olmayan,
Görünmez bir mutluluğun yollarını…
Her türlü acılarla yılmadan,
Savaşsak mı geleceği kurtarmak için…
Zor değil !
Deneyin…