Bilirsiniz bilmesine de Hissedebilir misiniz
Dünyayı sırtından indirince,
daha hızlı koşarsın…
Bak kuşlara…
Şairin dediği gibi olsaydı keşke, ama değil… Niye mi ? Geçenlerde, daha öncesinde yanlarına gidip de konuştuğum, tanımaktan büyük keyif duyduğum bir çifti gördüm… Yaşlı bir adam, yaşlı bir kadın… Bir karı koca… Bedenlerinin tüm yorgunluğuna rağmen, sebze yüklü bir el arabasını itiyorlardı, ki ne sabahın soğuğu kesiyordu adımlarını ne de çiseleyen yağmurun ısrarı…
Bu yaşta bu direnişin bir ANLAMI olmalı, değil mi ? Tam da ayaklarını uzatıp dinlenebilecekleri bir döneme eklenen bu bitmek bilmeyen yaşam kavgasında bir MOLA anı olmalı… Haklısınız, ANLAMI çok… Ama MOLA anı yok ! Ona rağmen, size doğru dönen her iki yüzdeki sıcacık gülümseme ile hayata GÜNAYDIN ekleyebilmek var ya… ANLAM diye aradığımız şey tam olarak o aslında !
Yine de düşünmeden edemedim !
Düşünürken de bir şey fark ettim…
Hikâyeleri bu kadar dışarıya taşan insanların yanı başından geçip giderken, o gülümsemeyi de, gerisindeki yaşam mücadelesini de sıklıkla teğet geçtiğimizi… Aslında birbirimizi ne kadar çok TEĞET geçtiğimizi…
Ardından Kemal Tahir geldi aklıma…
Ne güzel demiş “Hür Şehrin İnsanları”nda…
Aslında güzel sormuş, doğru sormuş…
- Sen açlığı BİLİR MİSİN?
- İyi bilirim!
- Öyleyse merhamet etmesini de BİLİRSİN!
Haklısınız, o iki ‘BİLMEK’ arasındayız… BİLİYORUZ, ama TEĞET geçiyoruz… Bilmenin YETERLİ olduğunu sanıyoruz… ‘ÖTESİ’ kısmına geçmiyoruz ! BİLDİĞİMİZ şeye dokunmuyoruz, o BİLİNENİ dibine kadar yaşayanları hissetmiyoruz !
O yüzden Sabahattin Ali geliyor aklımıza ve diyoruz ki ;
“Kim bilir… Belki uzak bir günde, büsbütün BAŞKA insanlar olarak tekrar karşılaşırız ve belki, gülüşerek birbirimize ellerimizi uzatırız…”
UMUT denen şeyden bahsediyor Sabahattin Ali… BİLİRİM diyenlerle o bildiklerini HİSSETMEYENLERİN dünyasında yaşarken, BİR GÜN diye ekliyor…
O zaman biz de bir şey diyelim ve ekleyelim mi ?
Hayat bir arayış, hem de sürekli... Sürekli olduğu kadar da, bilinmeyen... Bazen ümitli, bazen de ümitsiz… Bazen yavaş yavaş, bazen hırçın bir dalga gibi duvarlara çarpa çarpa… Hatta düşe kalka… Yara bere içinde kala kala…
Sonu mu ?
İyidir her halde…
Aksi… ?
Kötü…
Çünkü ruh halimiz çok kötü…
Dedikleri gibi… Hani evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride kaldığından ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden insanlar gibiyiz… Kaybettiğimiz şeylere her gün yenilerini ekliyoruz… Ama hatırlamıyoruz bile… Oysaki kaybettiklerimiz, bizlerden eksilenler… Parça parça rüzgâra karışanlar… Ama geri dönemeyecek kadar karışmışız bir kere… Karıştırılmışız…
En başta söylediğimiz gibi aslında…
Bilmişiz bir şeyleri ama… Hissetmeyi bir türlü bilememişiz… O yüzden, yaşamlarımızı, her an uçup gidecek bir kuş misali avuçlarımızın orta yerinde tutmuşuz sıkıca… Ama ne kendimize göstermişiz ne diğerlerine… Unutmuşuz nefessiz kaldığını, çığlığını, bağrışını, BURADAYIM deyişini…
Bilmişiz orada olduğunu, ama…
Geç kalmışız…
Mehmet Deveci’nin dediği gibi…
İyi değiliz bayım!
İyi değiliz
Ne havalardan ne de yediğimiz bir şey dokundu
Bizim iyi değilliğimiz “hal”den,
“Hal"den bayım”
Hallerimiz iyi değil!